Tarihin Görgü Tanıkları




Yağıbasan Medresesi
Tokat, Sulu Sokakta, Takyeciler Camisinin güneyinde bulunan bu medrese Selçuklu Sultanı II.İzzeddin Keykavusun tahta çıkışı nedeniyle 1247 yılında onarılmıştır. Yapım tarihi kesinlik kazanamamıştır. Bununla beraber, Danişmendliler tarafından XII. Yüzyılda yapıldığı sanılmaktadır.Medrese moloz taştan dikdörtgen planlı olup, en büyük özelliği de üzerini örten 14 m. çapındaki tromplu kubbedir. Bu kubbenin 10 m. ye yakın kısmının üzeri açıktır. Bu tür üzeri açık kubbeli medreseye Niksar ve Bosrada rastlanmaktadır. Medresenin basit bir girişinden sonra girilen avlusunun iki yanında eyvanlar ve tonozlu odalar bulunmaktadır.Osmanlı döneminde göçmenler buraya yerleştirilmiş, 1939 yılı depreminde büyük hasar görmüş, kubbe ve tonozları çökmüştür. Günümüzde kısmen toprağa gömülü bir halde iken 2009 yılında yeniden tamir görmüş hizmete açılmıştır.




Sultan Ahmet Camii 
16. yüzyıl sonlarından başlayarak Mimar Sinan’ın üslubu, özellikle Şehzade Camii’nin plân şeması, İstanbul’daki yapıların biçimlemesinde çok etkili olmuştur. Nitekim, Sultan I. Ahmed’in (1603-17) Sedefkâr Mehmed Ağa’ya yaptırdığı 1609- 1617 tarihli Sultan Ahmet Camii bunun en tipik örneklerinden biridir. Dört yandan birer yarım kubbe ile desteklenmiş 23,50 m. çapındaki merkezî kubbeli yapı İstanbul’un en büyük boyutlu sultan camisidir. Yapı, zengin çinileri ve kalem işi bezemeleri ile de çok etkileyicidir. Çiniler kâşici Hasan’ın, gösterişli yazılar hattat Ahmed Gubarî’nin, sedef işlemeli kapı ve pencere kanatları ise yapının mimarı Sedefkâr Mehmed Ağa’nın eseridir.


Bir külliyenin parçası olarak tasarlanan ve Sultan III. Mehmed’in (1595-1603) annesi Safiye Sultan’ın emriyle Mimar Davud Ağa tarafından yapımına 1598 yılında başlanan, ancak 1663’de IV. Mehmed’in (1648-87) annesi Turhan Hatice Sultan tarafından Mimar Mustafa Ağa’ya tamamlattırılan Eminönü Yeni Cami de İstanbul'un siluetinde önemli bir yer oluşturur. Yeni Cami Külliyesi içinde yer alan ve bugün Mısır Çarşısı adıyla bilinen seksen altı dükkânlık arasta önemli bir ticaret merkezi olarak, etkinliğini bugün de sürdürmektedir.


Sultan IV. Murad (1623-40)’ın, 1635’de Revan Kalesi’ni fethetmesinin anısına 1636 yılında yaptırdığı Topkapı Sarayı’ndaki Revan Köşkü sekizgen plânlı olarak inşa edilmiştir. Sultan 1638’de Bağdat’ı fethetmesi anısına Revan Köşkü yakınına, daha büyük boyutlu olan ve 1639 yılında tamamlanan Bağdat Köşkü’nü yaptırmıştır. Bu yapının merkezi kubbeli salonu dört yandan ahşap tavanlı eyvanlarla kuşatılmıştır.
www.kultur.gov.tr





Ayasofya Müzesi
Yapımına 532 yılında başlanan ve yapımı beş yıl süren Ayasofya, 27 Aralık 537 tarihinde, İmparator Justinianus tarafından açılışı yapıldı. Justinianus 14 atın çektiği tören arabasıyla, yapının "Kral Kapısı" denilen büyük kapısının önüne gelip, Ayasofya'yı gururla seyrettikten sonra, arabasıyla yapının içine girmiş ve Hz. Süleyman (a.s.)'ın yaptırdığı mabetden daha büyüğünü yaptırmış olmakla övünmüştür. İstanbul'u alan Fatih Sultan Mehmet Ayasofya'yı cami haline dönüştürmüştür. Bu olay Hıristiyan dünyası tarafından hiçbir zaman kabullenilememiştir. Ayasofya 1935 yılından beri müze olarak hizmet etmektedir.


http://www.ayasofya.org




Selimiye Camii ve Külliyesi
Sultan II. Selim tarafından Mimar Sinan'a 1568-1575 yılları arasında Edirne'de yaptırılmıştır. Sinan'ın "ustalık eserim" dediği camidir. Üçer şerefeli, 71 m. yüksekliğinde dört minaresi vardır. Şerefelere üç ayrı merdivenle çıkılmaktadır. Sekiz fil ayağına dayanan kubbesi 31,28 m. çapında olup tabandan yüksekliği 43.28 m.'dir. Mermer minberi ve çinileriyle ünlüdür. 1878'de Rusların Edirne'yi işgali sırasında çinilerinin bir bölümü sökülüp Rusya'ya götürülmüştür. Çevresindeki diğer Sinan yapılarıyla birlikte Selimiye Külliyesi adıyla anılır.
www.kultur.gov.tr











Çifte Minareli Medrese
Erzurum
Kitabesi olmadığından ne zaman yapıldığı ve gerçek adı bilinmez. Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubad'ın kızı Hundi Hatun veya İlhanlı Hanedanı'ndan Padişah Hatun tarafından yaptırılmış olabileceği düşüncesiyle buna Hatuniye Medresesi de denmektedir. Genelde 13. yy. sonlarında yapıldığı kabul edilir. Sultan IV. Murad'ın emriyle tophane haline getirilmiştir. Bir süre de kışla olarak kullanılmıştır. 1971-1972 yıllarında Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce kazı ve restorasyonu yapılan medrese halen Erzurum Yakutiye Belediye Başkanlığı'nca kullanılmaktadır.


Dört eyvanlı, açık avlulu medreselerin Anadolu'daki en büyük örneğini teşkil eder. Çifte minareli taç kapısı güneyde ana eyvanla bitişen kümbetle değişik düzenlemeye sahiptir. Plandaki çarpıklık sur duvarına bitişik olmasından kaynaklanmaktadır. Cephede, taçkapı formundan başka çeşme nişleri ile yarım yuvarlak iki payanda vardır. Taçkapının iki yanında yükselen çok dilimli silindirik minareler sırlı-sırsız tuğla, pabuç kısımları ise mozaik çinilerle süslenmiştir. Şerefelerden itibaren üst kısımları yıkılmıştır. Taçkapıyı kademeli kuşaklar halinde çeviren plastik hacimli bitki süslemeleri ile kalın silmeli panoların içindeki ejder, hayat ağacı, kartal motifleri cephenin en gösterişli bölümleridir. Doğudaki tamamlanmış hayat ağacı ile kartal motiflerinin bir arma olmaktan çok, Orta Asya Türk inanışına kadar uzanan gücü ve ölümsüzlüğü dile getirdiği düşünülür.


Giriş eyvanın iki yanında kubbeyle örtülü odalar yer almaktadır. Uzun dikdörtgen avlu, değişik boyutlu sütun ve payelerle desteklenen revaklarla çevrilmiştir. Ortasında bir havuz bulunmaktadır. Revakların ortasında yer alan hücreler iki katlıdır. Küçük olan yan eyvanlar yıldız tonozlarla örtülmüştür. İç mimarî süslemelerin yarım kaldığı gözlenmektedir. Hücre kemerleri, kapı-pencere çerçeveleri ile sütunlarda görülen geometrik ve bitki örnekleri yanında ayet-hadislerden oluşan yazı kuşakları da mevcuttur.


Ana eyvanın sonunda altlı-üstlü merdivenlerle kümbetin mumyalık ve gövde kısmına geçilmektedir. İçten haçvari planlı mumyalıkta iki lahit mevcuttur. Onikigen planlı kümbet, Anadolu'daki bu tür mezar anıtların en büyüğüdür. Medresenin dışında kalan sekiz yüzde, birer atlamak suretiyle, alttan mukarnas kavsaralı ve daha büyük, üstte sade ve küçük olmak üzere sekiz pencere açılmıştır. Konik külâh, kırmızı renkli taşlarla kaplanmıştır. Tüm mimarî ihtişamına rağmen süslemeleri yarım kalmıştır.
www.kultur.gov.tr





Divriği Ulu Camii
1985 yılında Dünya Miras Listesine alınan Ulu Cami Külliyesi’nde, beşi bani adı ve tarih, altısı usta adı veren onbir kitabe karşımıza çıkmaktadır. Kitabelerden, caminin 1228-29 yılında, Selçuklu sultanı I. Alâeddin Keykubad zamanında, Mengücekli beyi Ahmed Şah; Dârüşşifa’nın aynı tarihte, eşi ve Erzincan beyi olan Fahreddin Behramşah’ın kızı Turan Melek tarafından Ahlat’lı Muğis oğlu Hürrem Şah adlı bir mimara yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Caminin doğu cephesindeki pencerenin (özgününde bey mahfili kapısının) üzerinde Ahlatlı nakkaş Ahmed, minberde Tiflisli İbrahim oğlu Ahmed ve hattat Mehmed, caminin güney duvarındaki âyet şeridi üzerinde Mehmed oğlu Ahmed’in adları yazılıdır. Divriği Ulu Camii ve Dârüşşifası, Selçuklu dönemi içinde küçük sayılabilecek yapı topluluklarından biri olmasına karşın, altı sanatçısı ile dikkat çekicidir.


Tarihi eserin batı yamacında camiye girişi sağlayan ''Taç Kapı''da, ikindi namazı vaktinde güneşin etkisiyle çıkan yaklaşık 4 metre uzunluğunda namaz kılan insan figürü, ortaya çıkıyor.


Yıllardır kimsenin fark edemediği siluetin, 2005 yılında fotoğraf çeken bir turist tarafından görüntülenmesinin ardından ortaya çıkmış.
www.kultur.gov.tr
www.internethaber.com



Karatay Medresesi
Karatay Medresesi, Sultan II. İzzeddin Keykavus Devrinde, Emir Celaleddin Karatay tarafından, 649, H. (1251 M.) yılında yaptırılmıştır. Mimarı bilinmemektedir. Osmanlı Devrinde de kullanılan medrese XIX. yüzyılın sonlarında terk edilmiştir.
Medrese Selçuklular Devrinde hadis ve tefsir ilimleri okutulmak üzere "Kapalı Medrese" tipinde Sille taşından inşa edilmiştir. Tek katlıdır. Giriş doğudan gök ve beyaz mermerden yapılmış kapı ile sağlanmaktadır. Kapı Selçuklu Devri taş işçiliğinin şaheser bir örneğidir. Yazı ve desenlerle süslenmiştir. Kapının üzerinde medresenin yapımı ile ilgili kitabeler yer almaktadır. Kapının diğer yüzeylerine seçme ayet ve hadisler kabartma olarak işlenmiştir.
Kapıdan, evvelce kubbe ile örtülü (şimdi üzeri açık) bir avluya, buradan da bir kapı ile medreseye girilir. Medrese salonunun üzeri, merkezinde fener bulunan ve mozaik çinilerle kaplı kubbe ile örtülüdür. Kubbe kasnağında, duvarların üst kısımlarındaki bordürlerde ve hücre kapıları üzerindeki panoda ayetler yazılıdır. Binanın batı yönünde bulunan beşik tonozlu eyvanın kemerinde besmele ve Ayet-el Kürsi yer almaktadır. Kubbeye geçiş elemanı olan üçgenlerde ise Muhammed, İsa, Musa ve Davud peygamberlerin isimleri ile dört halifenin (Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali)'nin isimlerine yer verilmiştir. Eyvanın solundaki kubbeli hücre Celaleddin Karatay'ın türbesidir.


Medrese duvarlarındaki mozaik çinilerin büyük bir kısmı dökülmüştür. Çinilerde kullanılan renkler, turkuvaz (firuze), lacivert ve siyahtır.


Anadolu Selçuklu Devri çini işçiliğinde önemli yeri bulunan Karatay Medresesi 1955 yılında "Çini Eserler Müzesi" olarak ziyarete açılmıştır.


Sergilenen eserler Anadolu, Selçuklu ve Osmanlı Dönemine aittir. Celaleddin Karatay Türbesi'nin bulunduğu hücrede ve güneydeki öğrenci hücrelerinde Kubad-Abad Sarayı çinileri alçı süsleri, çini tabaklar, kandiller ve sırsız seramikler sergilenmektedir. Kubad-Abad Sarayı çinileri haç, yarım haç, sekiz köşeli yıldız ve kare şeklinde olup, lüster ve sıraltı tekniği ile yapılmıştır. I.Alaeddin Keykubat'ın emri ile yaptırılan Kubad-Abad Sarayı İbrahim Hakkı Konyalı ve Prof. Dr. Osman Turan'ın Beyşehir civarında olması gerektiğini işaret etmelerinden sonra 1949 yılında Konya Müze Müdürü Zeki Oral tarafından bulunmuştur. 1952'de Zeki Oral'ın, 1965-1966'da Katharina Ottodorn'un ve 1967'de Mehmet Önder'in sondaj ve kazı çalışmaları ardından uzun süre kendi kaderine terk edilen Kubad-Abad 1980 yılından itibaren Prof. Dr. Rüçhan Arık tarafından yeniden ele alınarak sistemli kazılara başlanmıştır.


Eyvanda Selçuklu Dönemine ait çini kalıntıları, Selçuklu ve Osmanlı Dönemine ait seramikler teşhir edilmektedir. Kubbeli salonda Selçuklu Dönemine ait cam tabak, çini parçaları, Beyşehir Eşrefoğlu Camii'ne ait tavan göbekleri ve Osmanlı Dönemine ait seramikler bulunmaktadır.
tr.wikipedia.org




Nemrut Dağı
Adıyaman'a bağlı Kâhta ilçesinin kuzeydoğusunda, Karadut köyü yakınlarında, Toros Dağları’nın tepelerinden biri olan Nemrut Dağı 2150 m. yüksekliktedir. 19. yüzyılda batılı seyyah ve araştırmacıların dikkatini çeken bu tepe, 1953 yılında Amerika Doğu Araştırmaları Enstitüsü adına Theresa Goell tarafından yapılan yüzey araştırması ve kazılar sonucu bilim alemine tanıtılmıştır. 1984 yılında Profesör Karl Dörner başkanlığındaki Türk-Alman ekibi tarafından restorasyon çalışmaları yapılan Nemrut Dağı’nda 1989 yılından beri Sencer Şahin başkanlığında kazı ve restorasyon çalışmaları sürdürülmektedir. 1987 yılında Unesco tarafından Dünya Miras Listesine dahil edilen Nemrut Dağı’nın tepesinde açığa çıkarılan buluntular bir yerleşim merkezine değil, İ.Ö. 80 - İ.S. 72 yılları arasında yörede egemenlik kuran ve başkentleri Samosata (Samsat) olan Kommagene Devleti’nin ünlü kralı I. Antiochus Epiphanes’in (İ.Ö. 69-36) tümülüsüne ve kutsal mezar alanına aittir. Bu anıtlar, Geç Helenistik Dönemin en önemli eserleri arasında kabul edilir. Kommagene topraklarına egemen bir konumda bulunan bu alan, döneminin en önemli kült yeri olmuş, ülkesinin her yanından kralın doğum gününün ve tahta çıkışının aylık ve yıllık kutlamaları için ziyaret edilen kutsal bir ibadet yeri haline gelmiştir.
26.000 metrekarelik bir alanı kaplayan bu kült yerindeki tümülüs, 50 m. yüksekliğinde ve 150 m. çapındadır. Yumruk büyüklüğünde taşlarla oluşturulmuş tümülüs, doğudan, batıdan ve kuzeyden, sert kayaya oyulmuş teras biçiminde üç avlu ile kuşatılmıştır. En önemli mimarî buluntular, heykeller ve yazıtlar, bu kutsal alanın merkezî konumundaki doğu avluda karşımıza çıkar. Avlunun batısında anıtsal heykeller, doğusunda kademeli piramit biçimli ateş sunağı, kuzeyinde ve güneyinde ise uzun alçak kaideler üzerindeki ortostatların yükseldiği alçak duvarlar görülür. Kuzeydeki avluya bakan ortostatlar Antiochus’un Pers (baba tarafı), güneydekiler ise Makedonya asıllı (anne tarafı) olan atalarının, arka yüzlerine adları da kazılmış kabartmalarıyla bezenmiştir. Atalarının en önemli kişileri arasında; Akhameni Krallığı’nın kurucusu I. Darius (İ.Ö. 522-486) ile Büyük İskender (İ.Ö. 356-323) gelmektedir. Kabartmaların önünde, dikdörtgen biçimli kurban sunakları yer almaktadır.
Doğu terasta avluya bakan oturmuş durumdaki yaklaşık 8-10 m. yüksekliğinde ve kireçtaşı bloklarıyla yapılmış anıtsal heykeller büyük ölçüde sağlam durumdadır. Tanrıları betimleyen bu heykeller Yunan, Pers ve Yakındoğu’nun diğer tanrılarıyla özdeşleştirilmiştirler. Bu heykeller; Apollo-Mithra-Helios-Hermes; Kommagene bereket tanrıçası Fortuna; Zeus-Oromasdes (Ahuramazda; göklerin tanrısı ve baş tanrı); Kommagene tanrıçası Antiochus; Herakles-Artagnes-Ares olarak tanımlanmışlardır. Tanrı ve tanrıçaların bir yanlarında koruyucu olarak kartal, diğer yanlarında aslan görülür. Başında meyvelerden oluşan taç bulunan Fortuna dışında, kırılmış olan tüm başlar yerde durmaktadır. Oldukça ince işçilik gösteren ve başlarında Pers diademleri bulunan bu heykeller, idealize edilmiş üsluplarıyla geç Helenistik dönemin dikkat çekici örneklerini oluştururlar. Kaidelerin avluya ve tümülüse bakan yüzlerinde kült ayini, kralın doğumgünü, ülkesinin yasaları hakkında ayrıntılı bilgi veren Yunanca kitabeler yer alır.
Batı terastaki daha iyi durumda bulunan heykellerin yerleştirilişinde de benzer bir düzen izlenmiştir. Ancak, tepenin farklı topografik özellikleri nedeniyle ortostatlarda farklı bir sıralama dikkati çeker; örneğin, kralın Makedonyalı ataları anıtsal heykellerin karşısında, Pers ataları terasın güney ucunda yer alırlar. Heykellerin yere düşmüş başları, 1985 yılında Karl Dörner’in başkanlığındaki restorasyon çalışmaları sırasında yerlerine konmuştur. Ayrıca, buradaki 2.40 m. uzunluğunda ve 1,75 m. yüksekliğindeki sağa doğru yürürken gösterilmiş aslan tasvirinin astrolojik simgeler içerdiği öne sürülür.
Kuzey teras, doğu ve batı terasları bağlayan bir tören yolu olarak biçimlenmiştir. Yerdeki parçalar, aslında 80 m. uzunluğunda ve 3 m. yüksekliğinde olan duvara aittir. Duvarın ortasında, vadiden dağın tepesine çıkan rampaya açılan ve iki yanındaki anıtsal kartal heykelleri ile korunan bir kapı bulunmaktaydı. Tanrı ve tanrıçaların oturdukları tahtların arkasında yer alan yazıtlardan, Kral Antiochus’un bu “hierothesion”da (kutsal mezar yapısı) gömülmeyi vasiyet ettiği anlaşılmaktadır. Tümülüste yapılan kazılar, kayalık bir tepede inşa edildiğini göstermektedir. Bu nedenle, Kommagene Kralı I. Antiochus’un kemiklerinin ya da küllerinin kayaya oyulmuş ve tümülüsle kapatılmış bir odada korunduğu öne sürülür. Ancak, tüm araştırmalara karşın, söz konusu mezar odası halen açığa çıkarılamamıştır.
Nemrut Dağı ve üzerindeki yapı kalıntıları ile anıtsal heykeller, 1989 yılından beri Milli Park olması nedeniyle iyi korunmaktadırlar. Bununla birlikte, Kommagene Krallığı’nın bu kutsal mezar yerinin yapılacak bilimsel onarımlar ve projeler ile daha iyi korunabilmesi gerekir. Ayrıca, tepede yapılacak ve buluntulara zarar vermeyecek bilimsel kazılarla, Kral I. Antiochus’un mezarının da bulunduğu düşünülen bu alanın toprak altındaki kalıntılarının gün ışığına çıkarılması mümkün olacaktır. Böylelikle, Kommagene Krallığı’nın bir evresinin bu çok önemli mezar kültünün bütünüyle açığa çıkarılması, Kommagene din tarihine de farklı bir boyutta ışık tutabilir.
 www.kultur.gov.tr



Afrodisias Antik Kenti (Aydın) 
Aphrodisias Antik Kenti, Türkiye’deki Yunan ve Roma dönemlerine ait en görkemli antik kentlerden birisidir. Tarihte kentin en önemli tanrıçası olan Afrodit tapınağı ile ünlü olan Aphrodisias M.Ö. II. yüzyıldan M.S. 6. yüzyıla kadar uzun ve varlıklı bir hayat sürmüştür. Kentin kesintisiz olarak bu kadar uzun yerleşim görmüş olması, antik dönemde pek çok önemli gelişmeye tanıklık etmesi açısından da önem taşımaktadır. Diğer yandan, antik kente yakın olan mermer ocakları, daha sonraları mermer heykelcilik konusunda tüm Akdeniz’de ünlü olan yerel bir geleneğin gelişmesinde de etkili olmuştur. Aphrodisias Antik Kenti bu nitelikleri ile UNESCO Dünya Miras Listesi’ne önerilmektedir.
www.kulturvarliklari.gov.tr




Hattuşaş (Boğazköy)
Boğazköy (Hattuşaş) örenyeri, Çorum İli'nin 82 km. güneybatısında yer almakta olup Ankara'ya uzaklığı ise 208 km'dir. Hitit devletinin eski çekirdek bölgesinin merkezinde bulunan Boğazköy (Hattuşaş) örenyeri Budaközü Çayı vadisinin güney ucunda, ovadan 300 m. yükseklikteki sayısız kaya kütleleri ve dağ yamaçlarının bölünmesiyle çevrili olarak kuzey ve batıda derin yamaçlarla sınırlandırılmıştır. Şehir kuzeye doğru açık olup kuzey kısmı dışında diğer kısımları surla çevrilidir.
Hattuşaş örenyeri ilk kez 1834 yılında Charles Texier tarafından gezilmiş ve dünyaya tanıtılmıştır. Bu kalıntılarla Hitit devleti arasında ilk kez bir bağ kuran kişi Sayce'tır. Bu zamana kadar Hitit'lerin merkezinin Suriye olduğu sanılmaktaydı.
Boğazköy (Hattuşaş) örenyerinde M.Ö. III. binden itibaren yerleşim görülmektedir. Bu dönemdeki küçük ve müstahkem yerleşmenin Büyükkale ve çevresinde olduğu tespit edilmiştir. M.Ö. 19. ve 18. yüzyıllarda Aşağı Şehir'de Asur Ticaret Kolonileri Çağı yerleşmeleri görülmektedir ve şehrin adına ilk kez bu çağa ait yazılı belgelerde rastlanmıştır.
www.kulturvarliklari.gov.tr





Bergama
İzmir'in kuzeyinde 100 km uzaklıkta, Bakırçay Havzasında yer alan ve ülkemiz uygarlık tarihinin en eski yerleşmelerinden biri olan Bergama, tarih öncesi dönemlerden başlayarak İon, Roma ve Bizans uygarlıkları ile devam eden dönemde, Dünya çapında önemi olan arkeolojik eserlere sahip olmuştur. Bergama'nın güneybatısında Antik Dönemin önemli sağlık merkezlerinden Asklepion, ilk yerleşim alanı olan 300 m. yüksekliğinde dik bir tepe üzerinde kurulan Akropol ve M.S. 2. yüzyıla tarihlenen Serapis Tapınağı (Kızıl Avlu) yörenin turistik cazibesini oluşturmaktadır. Zeus Sunağı 1897 yılında Almanya'ya kaçırılmıştır.


Bergama güzellik ılıcalarıyla, meşhur Kozak yaylasıyla, plajlarıyla ünlü Ayvalık ilçesi bağlantısıyla, gelişmiş dokumacılığı ve kilimciliğiyle ünlü bir ilçedir.
Tarihçe: Bugünkü adı antik dönemdeki ismi olan Pergomon 'dan gelmektedir. İlk çağda muhteşem abideleriyle büyük bir şehir ve aynı adı taşıyan krallığın merkezi olmasının yanı sıra Ortaçağın önemli stratejik mevkii, Karesioğullarının merkezi ve son olarak Osmanlı İmparatorluğunun önemli merkezlerindendir.
Kesin kuruluş tarihi bilinmeyen kentte yapılan arkeolojik kazılardan elde edilen bilgilere göre M.Ö.7. yüzyıllarda sur duvarlarının inşa edildiği saptanmış olup, bu yıllarda kentleşmenin başladığı anlaşılmaktadır. Bergama, Pers, Büyük İskender, Frigya, Trakya Krallığı, Selevkos Krallığı, Roma ve Bizans dönemlerini görmüştür.


1302 yılında Bizans hakimiyeti ortadan kalkan şehirde Karesioğulları Beyliği idareyi ele almış, 1341 yılından hemen sonra ise Bergama Osmanlılar tarafından alınmıştır.
www.kultur.gov.tr





Sinop Cezaevi
Sinop Cezaevi, Sinop Kalesi’nin güneybatı ucunda bulunan İç Kale’de bulunuyordu.
Sinop Kalesi’nin ne zaman kurulduğu kesin olmamakla beraber MÖ.72 yılında Pontus Kralı IV. Mithridates tarafından yaptırıldığı söylenmektedir. Bizanslıların yaptırdığı konusunda bazı kaynaklarda belirtilmiş ise de kale içerisindeki kitabeler kalenin İsfendiyaroğulları ve Osmanlılar zamanında onarıldığını göstermektedir.


Sinop’u 1214 yılında ele geçiren Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykavus kaleyi kuzeyden güneye inen dik surla kestirmiştir. Böylece İç Kale enine bir surla ikiye bölünmüştür. Burada 9.500 m2 lik bir alan meydana gelmiş bu yerde Sinop Hapishanesi kurulmuştur.


II. Meşrutiyetin kurulmasından sonra Sinop Cezaevine siyasi mahkûmlar getirilmiştir. Cumhuriyet döneminde de hapishane olarak kullanılmış ve bu durum 1997 yılına kadar sürmüştür. Hapishanede Türkiye’de ilk kez bir uygulama yapılmış, mahkûmların birer sanata yönelmesi için çalışılmıştır. Bunun için içeride atölyeler kurulmuştur. Mahkûmların yaptığı küçük sanat eserlerinin satılması ile de onlara maddi olanaklar sağlanmıştır.


Sinop cezaevinin bir özelliği de birçok fikir suçlusu ve yazarın burada mahkûm olarak bulunmasıdır.


Sonraki dönemlerde Bölge Kapalı Cezaevi ve Çocuk Islah Evi olan kale ve buradaki cezaevi yapısı ile Askerlik Şubesinin boşaltılmasından sonra 1999’da Kültür Bakanlığı’na tahsis edilmiştir. Kültür Bakanlığı’nın yapmış olduğu restorasyon çalışmalarından sonra kale Kültür Merkezine dönüştürülmüştür. Günümüzde Kültür Kompleksi olan kalede sosyal etkinlikler alanı düzenlenmiş, galeriler, Konferans Salonu, Tanıtım Salonu, Satış Reyonu, Kafeterya gibi kültürel mekânlar yapılmıştır.


Sinop Cezaevinde, Refik Halit Karay, Mustafa Suphi, Ahmet Bedevi Kuran, Refi Cevat Ulunay, Hüseyin Hilmi, Burhan Felek, Osman Celal Kaygılı, Celal Zühtü Benneci, Sabahattin Ali ve Necip Fazıl Kısakürek, Kerim Korcan, Osman Deniz, Zekeriya Sertel hapis ve sürgün olarak kalmışlardır.


Sabahattin Ali de Sinop Cezaevinde tutuklu olarak kaldığı sürede Aldırma Gönül isimli şiirini burada yazmıştır. Bu şiir daha sonra Edip Akbayram tarafından şarkı olarak seslendirilmiştir.


Evliya Çelebi seyahatnamesinde bu zindandan şöyle bahsetmiştir; "Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkumları vardır. Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Tanrı korusun, oradan mahkum kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar."
tr.wikipedia.org
http://www.webhatti.com/





Kapadokya
Kapadokya bölgesi, doğa ve tarihin dünyada en güzel bütünleştiği yerdir. Coğrafik olaylar Peribacaları'nı oluştururken, tarihi süreçte, insanlar da, bu peribacalarının içlerine ev, kilise oymuş, bunları fresklerle süsleyerek, binlerce yıllık yaşlı medeniyetlerin izlerini günümüze taşımıştır.


Roma İmparatoru Augustus zamanında Antik Dönem yazarlarından Strabon 17 kitaplık 'Geographika' adlı kitabında (Anadolu XII,XIII,XIV) Kapadokya Bölgesi'nin sınırlarını güneyde Toros Dağları, batıda Aksaray, doğuda Malatya ve kuzeyde Doğu Karadeniz kıyılarına kadar uzanan geniş bir bölge olarak belirtir.


Bu günkü Kapadokya Bölgesi Nevşehir,Aksaray, Niğde, Kayseri ve Kırşehir illerinin kapladığı alandır. Daha dar bir alan olan kayalık Kapadokya Bölgesi ise Uçhisar, Ürgüp, Avanos, Göreme, Derinkuyu, Kaymaklı, Ihlara ve çevresinden ibarettir.


Kayalara oyulmuş geleneksek Kapadokya evleri ve güvercinlikler yörenin özgünlüğünü dile getirirler. Bu evler 19. yüzyılda yamaçlara ya kayaların yada kesme taştan inşa edilmişlerdir.


Bölgenin tek mimarı malzemesi olan taş yörenin volkanik yapısından dolayı ocaktan çıktıktan sonra yumuşak olduğundan çok rahat işlenebilmekte ancak hava ile temas ettikten sonra sertleşerek çok dayanaklı bir yapı malzemesine dönüşmektedir.Kullanılan malzemenin bol olması ve kolay işlenebilmesinden dolayı yöreye has olan taş işçiliği gelişerek mimari bir gelenek halini almıştır. Gerek avlu gerekse ev kapılarının malzemesi ahşaptır.


Kemerli olarak yapılmış kapıların üst kısmı stilize sarmaşık veya rozet motifleriyle süslenmiştir.Yöredeki güvercinlikler 19. yüzyılın sonları, 18. yüzyılda yapılmış küçük yapılardır. İslam resim sanatını göstermek açısından önemli olan güvercinliklerin bir kısmı manastır veya kilise olarak inşa edilmişlerdir. Güvercinliklerin yüzeyi yöresel sanatçılar tarafından zengin bir bezemeler, kitabeler ile süslenmişlerdir.
www.kultur.gov.tr





Süleymaniye Külliyesi
Süleymaniye Külliyesi, Mimar Sinan tarafından 13 Haziran 1550’de yapımına başlanmış ve 15 Ekim 1557 tarihinde bitirilmiş bir eserdir. İnşasında 1713’ü Müslüman, toplam 3523 işçi çalıştırılmıştır. Tarihçi Peçevi’nin söylediğine göre, Külliye inşasına 896.360 filori ve 82.900 akçe harcanmıştır. Bozcaada, İzmit, Mut, Ezine, Gazze ve Lübnan gibi farklı yerlerden taş örnekleri ve sütunlar İstanbul’a taşınmış; Külliye’nin yapımında kullanılmak için İmparatorluk topraklarının çeşitli yerlerinden malzemeler getirtilmiştir. Külliye 15 bölümden oluşur;


1. Cami
2. Rabi Medresesi
3. Salis Medresesi
4. Evvel Medresesi
5. Sani Medresesi
6. Tıp Medresesi
7. I. Süleyman Türbesi
8. Hürrem Sultan Türbesi
9. Türbedar Odası
10.Bimarhane
11.Darüzziyafe
12.Darülhadis Medresesi
13.Tabhane
14.Mimar Sinan Türbesi
15.Hamam




Cami
Süleymaniye Külliyesindeki en göz alıcı mekân kuşkusuz Süleymaniye Camii’dir. Cami Mimar Sinan’ın diğer eserleri gibi sadelikten taviz vermeyen; ama sadeliği ihtişama dönüştürebilmiş mabetlerdendir. Süslemeler ve bezemeler daha çok kitabeler için kullanılmış olsa da mimari geometri başlı başına bir estetik harikası olmayı başarmıştır.


Mihrabın yaslandığı duvardaki vitraylı pencereler ve mihrabın iki yakasındaki çerçeveler Sarhoş İbrahim adlı ustanın eseridir. Camide dört pembe fil ayağı üzerine oturtulmuş 26,5 metre çapında büyük bir kubbe yer alır ve kubbenin derinliği çapının iki katıdır. Bu Kubbenin hafif olması için özel tuğlalar imal edilmiş ve kubbenin yapımında bu tuğlalar kullanılmıştır. Ayrıca, Cami’nin duvarlarını oluşturan taşlar birbirlerine içten demir kenetlerle bağlanmış ve bu kenetlere eritilmiş kurşun dökülmüştür.


Cami 128 adet pencereyle ve onlarca kandille aydınlatılmış; bu kandillerden çıkan isin duvarları kirletmemesi ve ayrıca; isten mürekkep yapımında istifade edilebilmesi için girişin üzerine bir is odası inşa edilmiştir. Caminin Beyaz Harem isimli, beyaz mermerden inşa edilmiş iç avlusunun dört köşesinde yükselen; ikisi üç şerefeli, ikisi de iki şerefeli olmak üzere dört minaresi vardır. Camideki dört minare, Kanuni’nin İstanbul’un fethinden sonraki dördüncü padişah oluşunu; minarelerdeki on şerefeyse, Osmanlı tarihinin onuncu padişahı oluşunu simgeler. Ayrıca iç avlunun ortasında, dikdörtgen bir havuzdan ve havuzun içindeki iki fıskiyeden müteşekkil, bitkisel motifli bir şadırvan vardır.


Diğer yapılar:
Külliye’nin merkezini cami olarak kabul ettiğimiz zaman, diğer yapıların bu merkezin etrafında şekillendiğini göreceğiz.


Külliye’nin Tıp Medresesi ile birlikte toplam altı medresesi vardır. Bu Medreselerden, Cami’nin Beyazıt yönündeki Evvel ve Sani Medresesi, bugün Süleymaniye Kütüphanesi olarak kullanılıyor. Bu iki medresenin yanındaki Tıp Medresesi’nin bir bölümü yol çalışmalarında yıkılmış, kalan kısım da hastaneye dönüştürülmüştür. Tıp Medresesi’nin sağına ve cami bahçesinin çaprazına düşen yapıysa, Osmanlı Dönemi’nde akıl hastanesi olarak kullanılan Bimarhane’dir.


Külliye’nin kuzeybatısına düşen yolda ve cami bahçesinin karşısında Külliye yemekhanesi Darüzziyafe ve Külliye misafirhanesi olan Tabhane bulunur. Bu yolun bitiminden sağa dönüşte göze çarpan üçgensi ve mütevazı türbe Mimar Sinan’a aittir. Cami duvarının yüksek kaldığı bu yolun yüz metre kadar ilersinde Salis ve Rabi medreseleri ve Rabi Medresesi’nin sağındaki ara yoldaysa Külliye Hamamı görülür. Külliyede bulunan son Medrese de bu yolun az ilersinde bulunan Darülhadis Medresesidir.


Külliye’de biri Kanuni Sultan Süleyman’a diğeri de Kanuni’nin eşi Hürrem Sultan’a ait olmak üzere iki türbe vardır, bu türbeler sekizgen plan üzerine kubbeli olarak inşa edilmiştir. Türbelerde kullanılan bitkisel motifli çiniler sanatsal niteliğe sahiptir. Külliye haziresinde ise dönemin ileri gelenleri medfundur.


Camii ile ilgili rivayet şöyle :
7 yıllık bu uzun süre Kanuni’nin canını sıkmıştı. Sinan’ın yapıyı neden bir türlü açmadığını anlamamıştı. O sırada her taraftan da dedikodular yağmaya başladı Sultan’a.
Kanuni durumu kendi gözleriyle görmek için bir ikindi vakti Süleymaniye’ye gitti.Muhteşem yapının içine girdiğinde Sinan tam da söylendiği gibi caminin ortasında oturmuş nargilesini tüttürmekteydi. Sultan gözlerine inanamadı. Tok sesiyle ve bütün haşmetiyle ”Bu ne iştir Mimarbaşı” diye haykırdı. Oysa Mimar Sinan’ın içtiği nargilede tömbeki yoktu. İçtiği sadece suydu. Usta mimar, nargilenin fokurtularını dinleyerek caminin akustiğini ölçmeye çalışıyordu. Mihraptaki imamın sesini, aynı oranda bütün camiye nasıl ulaştıracağını hesaplıyordu. Bunun için Anadolu’nun değişik köşelerinden 65 tane dev turşu küpü getirtti. Bu küpleri içleri boş, ağızları dışarıya gelecek şekilde kubbenin eteklerine dizdirdi.
Amacına ulaşmıştı Mimarbaşı. Sesi, yüzlerce metrekarelik mekanın her köşesine, en iyi şekilde yaymayı başarmıştı. Kanuni de , Sinan’ın niyetini anlamış, ustasını hemen bağışlamıştı.
Mimar Sinan yapının içine bir de hava koridoru inşa etti. Elektriğin henüz bulunmadığı o yıllarda, Süleymaniye 275 dev kandille aydınlatılıyordu. Sinan, bu kandillerden çıkan is camiye zarar vermesin ve cemaati rahatsız etmesin diye orta kapının üzerine küçük bir odacık yaptırdı.
Binanın değişik köşelerine açtığı oyuklardan giren islerin bu odada toplanmasını sağladı. Adına da “İs Odası” denilen bu bölmenin içine özel bir nemlendirme sistemi kurdu Sinan. Odada toplanan islerden, dönemin en kaliteli mürekkebini damıttı. Süleymaniye’nin duvarlarında gördüğünüz o muhteşem kalem işleri, yazılar, süslemeler, caminin kandillerinden çıkan isten damıtılan o mürekkeple yapıldı.
Bütün bunlar günümüzden 458 yıl öncesinin bilimiyle, teknolojisiyle yapıldı. İsin bir odada toplanmasını sağlayan ve hava akımını içeri alan iki oyuktan içeriye baktığınızda, birinden caminin içindeki Allah, diğerinden ise Muhammed yazılı dev levhaları görürsünüz.
Ayrıca Süleymaniye’nin hangi köşesini, hangi duvarını, hangi açısını ölçerseniz ölçün, sayısal olarak karşınıza Allah kelimesinin ve katlarının çıktığını görürsünüz.
Süleymaniye camiinin 4 minaresi vardır. Bunun nedeni Kanuni’nin İstanbul’un fethinden sonraki dördüncü padişah; bu dört minaredeki on şerefininde Osmanlının onuncu padişahı olduğunun bir işaretidir.
www.ibb.gov.tr
www.mailce.com




Mihrimah Sultan Külliyesi 
(Edirnekapı)
Hikayesi: Mihrimah Sultan, Kanuni Sultan Süleyman’ın Hürrem Sultan’dan olma kızı.. Biri Üsküdar’da, diğeri Edirnekapı’da iki cami yaptırmış..
İki cami arasında müthiş bir hesaplama, müthiş bir estetik, inanılmaz bir uyum vardır..
İkisi de Mimar Sinan imzası taşımaktadır..


Beyazıt gibi yüksek bir tepeden baktığınızda Üsküdar’daki Mihrimah Cami’nin iki minaresi arasından güneşin doğuşunu görürsünüz, aynı noktadan akşam ters yöne baktığınızda güneş Edirnekapı’daki Mihrimah Cami’nin minaresinin dibinden batar..


Bu muazzam hesaplama Mimar Sinan’ın Mihrimah Sultan’a karşı duyduğu platonik aşka bağlanır.. Öyle ki; yılın sadece birkaç günü şu manzaraya rastlanır..
Güneş Edirnekapı’daki Mihrimah Camii’nin arkasından batarken ay Üsküdar’daki Mihrimah Camii’nin minareleri arasından yükselir..
Güneş ile ay aynı anda görülür..
Mihrimah ne demek?
Mirh ü mah..
Farsça güneş ve ay..





Mihrimah Sultan Medresesi (Üsküdar)
Hikayesi: Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan on yedisine bastığında, iki kişi ...onunla evlenmek ister. Mihrimah, yani Mihrü Mah, Farsca’da “Güneş ve Ay” anlamına gelir. Kızla evlenmek isteyenlerin biri Diyarbakır Valisi Rüstem Paşa diğeriyse Mimar Sinan’dır.
Padişah kızını Rüstem Paşa’ya verir.
Koca Sinan evlidir, ellisindedir ve de Mihrimah Sultan’a deliler gibi aşıktır! Gerçi sevdiğine kavuşamamıştır ama, aşkını, olanca güzelliğiyle sanatına yansıtmıştır.
Üsküdar’a, Saray’ın isteğiyle elbet, 1540 yılında Mihrimah Sultan Camii’nin temelini atar ve 1548’de bitirir. Camiyi yaparken, eserine sanki “etekleri yerleri süpüren bir kadının” dış çizgilerini verir.


Derken, ilk kez padişah fermanı olmaksızın, Edirnekapı’da, pek kimselerin uğramadığı ıssız ama İstanbul’un en yüksek tepelerinden birine, ikinci bir eser yapmaya koyulur Mihrimah Sultan’a. Cami küçücüktür. Minaresi otuz sekiz metredir, bir adet incecik kubbesi üzerindeyse yüz 61 pencere, camiin iç güzeliğini aydınlatır. İçerdeki sarkıtlar ve minare kenarlarındaki işlemeler Mihrimah Sultan’ın topuklarını döven saçlarını anımsatır insana. İşte, aşka adanmış iki eser.


Şimdi, gidin Edirnekapı ve Üsküdar’daki camileri aynı anda görebileceğiniz bi yer seçin. Ve 21 Mart’ta, yani geceyle gündüzün eşit olduğu günde seyreyleyin. Unutmadan, 21 Mart Mihrimah Sultan’ın doğum günüdür.


Göreceğiniz manzaraysa şudur :


Edirnekapı camiinin tek minaresi ardından tepsi gibi kıpkırmızı güneş batarken, Üsküdar’daki camiinin ardından ay doğar! Mihrü Mah eşittir Güneş ve Ay. Bu nasıl akıllara ziyan bir hesaplamadır; nasıl bir güzellik anlayışıdır ....
www.forumdas.net





Rüstempaşa Kervansarayı (Edirne)
Kent merkezinde Eski Cami'nin hemen arkasındadır. Kanuni Sultan Süleyman'ın Sadrazamı Rüstem Paşa tarafından,1561'de Mimar Sinan'a yaptırılmıştır. Avlulu bir handır. Dikdörtgen avlunun çevresinde iki kat halinde 102 oda yer alır. Katların avluya bakan yüzleri revaklıdır. Uzun kenarında karşılıklı olarak yukarı çıkan merdivenleri vardır. Üst kat pencere ve kapı kemerlerindeki tuğla ve süsleme ilginçtir. Sivri kemerli pencerelerin sonradan dört köşe hale getirilmesi, doldurulması ya da yeni pencere açılması yapının görünümünü bozmuştur. Ön cephelerde 21 adet dükkan bulunur. Bu dükkanlar Kervansaray'a gelir getirmek amacıyla yapılmıştır.
[Sayfa Başı]
Kervansaray ortasındaki alanda yine bir zamanlar Mimar Sinan tarafından yapılan Şadırvan ve Mescit bulunmaktaydı. 1877-78 Osmanlı - Rus Savaşı sırasında Edirne'yi işgal eden Ruslar bu mescidi yıkmışlardır.


www.edirnevdb.gov.tr